Kaygı, sen sessizce otururken gelir; sinsice odana köklerini salar. Fark etmezsin, görmezden gelirsin. Ama o doyumsuzca, acımasızca filizlenmeye devam eder. Zamanla öyle büyür ki odanda ondan başka hiçbir şeyi göremez olursun. Belki dışarıdan bakıldığında odan çok güzeldir; fakat kapı bir kere açıldığında, içerideki karmaşa hemen anlaşılır.
Odanda sana yaşamı zehir eden ne varsa yok etmelisin. Çünkü yapmazsan, o sana acımayacak; saldırmaya devam edecek. Gitmesini istesen de kök salmaya, sana hayatı dar etmeye devam eder.
Ayaklanmak zorundasın. Aksi hâlde seni tamamen işgal edecek. Sahip olana, seni bütünüyle fethedene kadar peşini bırakmayacak. Ne kadar görmezden gelsen de başka yöne baksan da o odadan çıkamazsın. Ve o kökü söküp atmadığın sürece sana asla merhamet etmeyecek.
Kaygı, olumsuz düşünceler zinciridir. Seni boğan, hayattan soğutan en acımasız soyut şeydir. Kendini koruma isteğin o kadar artar ki dışarı çıkmak istemez, hiçbir şeye ilgi duymaz olursun. Karşı koymadığında ise kaygı seni yener ve tamamen içine çeker.
Bir karadelik gibi, ne verirsen daha fazlasını ister. Üstelik öncekinden daha büyük bir güçle seni kendine çeker. Bu yüzden kalkmalı, savaşmalı, zihnini bırakmamalısın. Zihnin sana aittir; orası senin odandır.
Ve oraya sahip olmaya çalışan her kavramla savaşmalısın. Sonuç ne olursa olsun… Çünkü kaygı sonsuza kadar sussun istersin. Dili yoktur ama sesini kesmek istersin. Hayatını, aldığın zevki, odanın güzelliğini bozan her ne varsa kalkıp yok etmelisin.